Alfred
Dreyfus davası, Üçüncü Cumhuriyet Dönemi’nin en çarpıcı sosyal ve siyasi
olaylarından biri olarak etkilerini yüzyılları aşarak sürdürmektedir. Olayı,
hem Fransa Savaş Bakanlığı Alma Servisi görevlisi hem de Almanya
Büyükelçiliğinde temizlikçi olarak çalışan Bayan Bastian’ın gizli belgeleri
toplamak amacıyla çöp kutularını karıştırırken bulduğu imzasız bir kâğıdı,
merkeze göndermesi ile başlar. İddialara göre, bir Fransız subayı tarafından
kaleme alınan mektupta, Fransa’nın gizli askeri bilgilerinin Alman ateşine
verileceği yazılmaktaydı.
Yahudi
düşmanlığı ile bilenen ve soruşturmanın başında bulunan Yüzbaşı Sandherr’in, tüm dikkatleri, Alsaslı bir Yahudi olan Dreyfus’un üzerinde toplaması çok uzun sürmedi.
Herhangi yeni bir kanıta ulaşılmamasına rağmen, basında ve kamuoyunda
suçluluğun kesin olduğu iddiaları sürmeye devam etti. Bir çok şehirde
antisemitist gösterilere devam edildi ve tüm Yahudi toplumu vicdanlarda mahkûm
edildi. Neticede yargılanmanın en temel öğelerinden olan adil yargılanma hakkı yok
sayılarak, kapalı kapılar ardında yapılan gizli yargılamayla Dreyfus, ömür boyu
hapse mahkûm edilmiştir.
Takvimler
5 Ocak 1985’i gösterdiğinde, Dreyfus’un rütbeleri sökülmüş ve 12 Mart 1895’te
Güney Amerika’daki Fransız Guyanası’nın Şeytan Adası’ındaki hücresine
nakledilmiştir. Bir kaç zaman sonra, Yüzbaşı Sandherr’in yerine gelen Yarbay
Picquart, suçlanması gereken kişinin
Binbaşı Ferdinand Walsin Esterhazy olduğu dile getirerek yargılamanın
yenilenmesi talebinde bulundu. Buna karşın yetkililer kararın yeniden
değerlendirmesini reddedip Picquart’ı Kuzey Afrika’ya gönderdi. Lakin basında
yer bulan bu olay neticesinde Esterhazy hakkında dava açılıp iki günlük bir
yargılama süreci ile suçsuz olduğu kanaatine varıldı.
Beraat
kararına rağmen Esterhazy, İngiltere’ye kaçarak akıllarda soru işaretlerine
sebep olurken, Emile Zola cumhurbaşkanına açık mektup olarak yazdığı
J’Accuse (
Suçluyorum ) yazısı ile yaşanan hukuksuzluk ve gerçeğin çarpıtılmasına değinerek
adalet için bir cephe oluşmasını öncülük etti. 1899 yılında Esterhazy’nin suçluluğunu
itiraf etmesi üzerine yargılanmanın yenilenmesine karar verildi. Fransız Yüksek
Mahkemesi bir aylık bir süre içinde
Dreyfus’un suçlu olduğuna kanaat getirdi ve bir takım hafifletici sebepleri göz
önüne alarak on yıllık bir mahkumiyet kararını yerinde buldu.1904 yılında,
Savaş Bakanı General Andre’nin istediği üzerine dava yeniden görülerek 1906 yılında beraat kararı alınıp, rütbesine geri dönmesine izin verildi. Yaşanan bunca haksızlığa rağmen
Dreyfus 1. Dünya Savaşı’nda Fransız cephesinde savaşarak, 1935 yılında Paris’te
yaşamını yitirdi.
Dreyfus davası; günümüzde de sıkça
rastladığımız adil yargılanma hakkının açıkça ihlali olan birçok davadan
farklılık arz ediyor. Öncelikle, toplumunun gerçek suçluyu bulup cezalandırmaktan
ziyade ihtiyaç duyulan çıkara hizmet etmek ve yalnızca yüzbaşının mahkûm edilmesi
amacını güttüğünü söyleyebiliriz. Dreyfus’a yöneltilen suçlamaların bu denli
şiddetli oluşunun temel nedenleri arasında Yahudi düşmanlığının yer aldığı
açıkça görülmektedir. Giderek zenginleşen Yahudi halkı toplumun bazı
kesimlerinde rahatsızlık uyandırmış, Katolik Bankası’nın batması gibi olayların
sorumluluğu Yahudilere yüklenmiştir. Bu durum neticesinde linç kültürünün
başlatılması için aranan olay Dreyfus’un suçlu bulunması olmuş, ülke genelinde
olaylar hızla devam ederek birçok gösteri de ölümler meydana gelmiştir. Ülke
geneline hâkim olan kolektif hukuksuzluğa direnç gösteren Emile Zola ve onu
takip edenlerin katkısı ile vicdanın adalet için önemi bir kez daha
vurgulanmıştır.
Pınar Saruhan